Perşembe, Temmuz 20, 2006

ANTALYA'YA GİDECEKSENİZ OKUYUN

Bodrum 5 yildir yazları gittiğim ve çok beğendiğim bir yer, ama bu yaz nedense! oraya gitmek istemedim, Antalya'ya gideyim dedim. Gecen hafta cuma günü saat sabahın 8:30'u Antalya'dayım. 2 saatlik bir uykuyla duruyorum. Otelim Serik'de (Belek yazıyor, Boğazkent yazıyor) bir bunu biliyorum. Nasıl gideceğim önemli değil sadece otele gidip uyumak istiyorum.
Havalalanından çıkar çıkmaz tüm kafileyi bir taksici güruhu sarıyor. Tarifeler yazılmış. Belek-Serik yazıyor: 80 ytl! Evet tam 80 ytl. Gidilecek mesafe ama 35 km gibi bir şey. Otelin yatağı nasıl da gözümde tütüyor. Taksicilerin başında duran beye, halen öğrenci olduğumu bir zahmet bana en ucuza otelime nasıl gidebileceğimi anlatmasını istiyorum. İşte tam o an aslında benim bittiğim an çünkü taksici ağabey bana aynen şunları diyor,
"En iyi yol taksi, zaten burdan araç yok hiç bir yere insanlar burdan otogara gidiyorlar. O da senin gideceğin yönün ters istikameti daha sonra otogardan Serik yapman lazım o da gene kişi başı 20-30 tutar. Ordan da Belek arabasına bineceksin o da bir 10 tutar. 2 kişisiniz (yanımda kardeşim var) çarp bunları 2 ile gene taksi parası ediyor."
Ölece bakıyorum, o sırada beynimde; ya bu kadar insan Antalya'da nasıl ulaşımlarını sağlıyor soruları geçmiyor, ya da hergün bu kadar parayı ulaşım araçlarına verebilmek imkansız ya da ben Bodrum'da hiç taksiye binmiyordum ki her yere minibusler vardı, burası da bir turizm beldesi nasıl böyle imkansızlıklarla dolu olabilirki.. Kısacası beynimi yıkayan taksicinin dediklerine kanmak istiyor uykusuz bedenim. O uykusuzlukla, cin diye geçinen bendeniz, adamın yanlış yola saptığını fark etmesiyle " aa ters yola girmişiz, o zaman 80 di 100 Ytl oldu" demesiyle uykumdan uyanıyorum!!!
Hayatımda bu kadar sömürücü bir insan topluluğu görmemiştim. Kan emici vampirler gibiydiler. Öyle bir bağırdımki, jandarma çağırıyorum diye, çünkü bildiğiniz üzre taksimetre açık değildi. Tabi benim bir anda uyanmam taksici beyi de kendine getirdi, elimden 70 ytl'i alıp gitti. O uzaklaşırken ben indiğim yerde hemen önümde duran "Boğazkent- Serik" otobüslerine bakıyordum. Üşenmedim yürüdüm,otele girmek yerine otobüslerin oraya gittim ve kaç dakika da bir kalktığını, fiyatlarını sordum hatta Serik'ten de kaç dakika da bir Havaalanı yolundan geçen otobüs olduğunu sordum. Otobüs şoförleri detayları ile anlattılar. Boğazkent-Serik otobüslerin yarım saatte bir kalktığını fiyatının kişi başı 2 Ytl olduğunu ve Serik-Antalya otobüslerinin 12 dakikada bir kalktığını! fiyatının da 3,5 Ytl! olduğunu söylediler. Havaalani kavsağında otobüsten inip yürünebilir ya da taksiye! binilebilirmiş. En fazla taksi 5 ytl tutarmış.
Can alıcı noktaya geldim: Yani 2 kişi için havaalanına gidiş 16 Ytl, yürürsem 11 Ytl. Ama benden taksiciler önce 80 Ytl, daha sonra da 100 Ytl almaya çalıştılar.70 ytl ile kurtuldular. Tabi ki havaalanına dönüşte gayet normal döndüm, 11 ytl ile çok rahat bir şekilde havaalanındaydım.
Yapmak istediğim tek şey, ordaki taksici ağabeylere bir çift laf etmekti, duraklarının önüne vardığımda 3 genç delikanlıyı kandırıyorlardı. Ama benim ağabeyler değil, bunlar başkalarıydı. O yüzden direkt gençlere döndüm ve onlara nasıl ulaşım sağlayabileceklerini anlattım.O sırada öfke ile bir taksici yanıma geldi ve yalan söylediğimi söyledi. Gençlere otobüs olmadığını saatlerce bekleyeceklerini anlatmaya devam etti. Benim işim gücüm yok yalan söylüyorum evet.
Bu nasıl bir kazançtır ya. Orda kendi vatandaşına yaptığın hangi ahlak anlayışına sığar...

Pazartesi, Temmuz 10, 2006

Wilkommen zum Fussball

Welcome to Football” yani, “Futbola Hoş Geldiniz” diyordu Puma, Dünya Kupası reklamlarında Pele ile. Adidas ise her çocuğun hayali olan mahalle maçında dünya yıldızlarını koşturarak “Impossible is nothing” diye bağırıp duruyordu. Bu reklam filmi her yaştan insanı kendine çekiveriyor, biz de inanıyorduk “imkansız diye bir şey yoktur”.

1925’te Adolf (Adi) ve Rudolf (Rudi) Dassler kardeşler tarafından Almanya’da kurulan spor ayakkabı firması, 1948’de II. Dünya Savaşı sonrasında bölünür. Bunun nedeni savaş sırasında Rudi’nin askere gitmesi ve sonrasında müttefik kuvvetler tarafından esir alınmasıdır. Aynı anda Adi’nin evde kalması ve fabrika ile onun ilgilenmesi sonucu fikir ayrılıkları başlamıştır. Hala gizemini koruyan asıl neden ne bilinmez ama şu bir gerçek ki onlar o günlerden sonra birbirleri ile bir daha hiç konuşmazlar. Rudi başka bir şehre taşınır ve Puma’yı kurar. Adolf’ta eski şirketin tam marka adını Adidas (lakabı+ soy adının başlangıcı) yapar. Böylece aralarındaki rekabet, markaların savaşına dönüşür.

Bu ayrılığın 58. yılında memleketleri olan Almanya’da bu iki kardeş tekrar birbirlerine meydan okudular. Adidas Fransa’nın sponsoruydu. Puma ise İtalya’nın. 2006 Dünya kupasında gülen taraf İtalya oldu. 2006 yılındaki kardeşler savaşının galibi ise Puma oldu.

Puma da, Adidas da dünya devi markalar ve iki kardeşin mirasları.. Neden biz de büyük organizasyonlarda, takımımız yer almasa dahi, firmalarımızın yer almasını sağlamaya çalışmıyoruz. Daha da ilginci finalde kapışacak iki markanın sahiplerinin kardeş olmalarını bile isteyebilirim. Olmaz olmaz demeyin, olmaz olur; bu gece oldu. Darısı bizim başımıza.


********************************************************************
Puma’lı İtalya için http://www.pumafootball.com/pindex.jsp’ den soldaki our teams’i seçerseniz. Puma’nın sponsor olduğu takımları ve içlerinde İtalya’yı da göreceksiniz.

http://www.adidas.com/campaigns/verticalsfootball/content/index.asp?strCountry_adidascom=com&entrypoint=campaigns/plus10/eventportal/eventportal.xml bu adresden ise Adidas’ın çok beğendiğim futbol+oyun karışımı sayfalarına ulaşılıyor.

Cumartesi, Temmuz 01, 2006

VAADLER ve MARKALAR

Son zamanlarda marka konusu gündemde. "Neden Türkiye’nin bir dünya markası yok" ile başlayan soruların ardı arkası kesilmiyor. Peki "Marka ne demek?" diye sorduğumuzda ne cevap alıyoruz, bunu tartışan vatandaşlarımızdan?

Bugün bunu düşünerek, yakın çevremden birkaç kişiye laf arasında “Marka ne demek?” diye sordum. Aldığım cevaplar sizin de tahmin edeceğiniz üzere marka adının tanımıydı. Peki o zaman biz de markayı tanımlayalım, Neymiş marka?

Marka, 556 sayılı markaların korunması hakkındaki kanun hükmünde kararnameye göre; bir teşebbüsün mal veya hizmetlerini bir başka teşebbüsün mal veya hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla, kişi adları dahil, özellikle sözcükler şekiller, harfler, sayılar, malların biçimi veya ambalajları gibi çizimle görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen, baskı yoluyla yayınlanabilen ve çoğaltılabilen her türlü işaretleri içerir.


Kotler’e göre Marka, üreticilerin yada satıcıların, mallarının kimliğini belirleyen ve mallarını rakiplerinden ayırt eden bir isim, bir işaret, bir terim, bir sembol yada bunların birleşimidir. Tüm bu açıklamalar ile marka kavramını açıklamışken neden iyi markalarımız yok diye soruyoruz. Cevabı şu, markaların vaadlerinin olmamasıdır.


Marka bir vaattir, kar sağlayacak bir şekilde benzersiz bir yarar beyanında bulunan veya buna yönelen, salt rekabetten daha iyi bir şekilde tüketicileri hedefleyen bir tekliftir. Marka sözlüklerinde, “MARKA VAADİ: (BrandPromise) Markanın sunduğu işlevsel ve duygusal faydaların özü, var olan ve potansiyel müşterilerin, markanın ürün ve hizmetlerini kullanırken ondan beklediği şeylerdir.” Marka vaadine verilebilecek en iyi örnek belki de doktorlar olabilir. Bizler doktora gittiğimizde onlardan ve mesleklerinden belli korumalar bekleriz. Onların Hipokrat yeminleri vardır. Yani bize sundukları bir vaad vardır.


Doktorların dışında arkadaşlarınızı düşünün onların bile ayrı ayrı size sundukları vaadleri vardır. Bazılarının yanında çok eğleneceğinizi bilirsiniz. Bazılarının sizi hep destekleyeceğini bilirsiniz. Bazıları çok iyi sır tutar, bazıları ise sizi sizden çok düşünür.Ya da bakkalın sunduğu vaad, hesabın deftere yazılabilir olmasıyken, marketlerde bu vaadin yerini çok çeşit ürün bulunması alacaktır.


Biz de müşteriye markamızla belli bir vaad önermeliyiz. Düşünüyorum da aklıma gelen çoğu markanın ne vaad ettiği belli ve ben o vaadlerden etkilenip onları satın alıyorum. Peki ama daha vaadini çözemediğim markalar onları almamı nasıl sağlayacaklar? Ya da neden bir vaad sunmaya çalışmıyorlar? Türkiye’de yaşanan problem de bu. Vaadler oluşturulsa bile, ilk anda direkt vaadler sonucu oluşacak beklentilerimizin bile karşılık bulamayacağını düşünüyoruz tüketici olarak. O zaman böyle bir kulvarda, belli bir vaad sunup, sunduğu vaadi en iyi şekilde hatta üstünde bir performansla karşılayan markalar; gerçek markalar olacaklardır.

Yaz ayları genelde insanların en miskin dönemleridir. Çünkü yaz denildiği anda kafalarda tatil sembolü yanıp sönmeye başlar. Zaten bunaltıcı sıcaktan hiç bahsetmiyorum. O yüzden genelde işler Eylül'de başlar Haziran denildi mi biter. Televizyondaki diziler örneğin, sezon finallerini birer birer izledik. Ama siz farklılaşıp yazın bir kaç iş ortaya koyarsanız Eylül olduğunda çoktan kış dönemindekilerin yerini almış olabilirsiniz.
Bu ilk yazım, sadece anlatmak istediğim temmuz ayı itibariyle başladığım bu blog serüvenim inşallah tüm hızıyla devam eder. Etkin ve verimli bir şekilde Eylül'e kadar yerine oturmuş olur.