Etraftaki her şey pazarlamanın eseridir. "Herkes bir şeyler satarak yaşıyor" diyen romancı Robert Louis Stevenson'ın altını çizdiği gibi insanlar ne zaman yaşamlarının odak noktasının pazarlamadan geçtiğini fark edecekler? Bunu fark ettikleri anda ise yaşamları değişecektir.
Pazar, Aralık 03, 2006
Firefox Ad ile korumacılık
Benim kadar korumacı bir bilgisayar kullanıcısını bu kadar mutlu eden bir reklamı hepinizle paylaşmak istiyorum.
Korumacılığım o kadar yoğunki şu sıra Norton, Kaspersky gibi 2 program aynı anda bilgisayarımda yüklü.
Avast zaten hep arka planda var.
Zone Alarmı da geçenlerde yükledim.
Geriye Nod32 kalmıştı. Her an onu da yükleyebilirim. Özellikle Türkçe olması dolayısıyla.
Ama sanırım Firefox reklamı sayesinde, "Firefox Firefox" diye bağıran içimdeki sesi dinleyip bir de onu yükleyeceğim. "Mozilla'nın ödüllü tarayıcısı artık daha hızlı, çok daha güvenli ve çevrim içi yaşamınıza tam olarak uyacak durumda."
Demekki neymiş; bir reklam, denemeyi çok rahat getirebilirmiş.
Tebrikler Firefox.
****
Video görüntüsü açılmazsa tıklayın.
Perşembe, Kasım 16, 2006
Sacha Baron Cohen
Çarşamba, Kasım 08, 2006
Şu an medya bizlere izlememiz için farklı tatlarda programlar sunuyor. Belki de en çarpıcısı "Kan Uykusu" belgeseliydi. Bu belgeselle ilgili bir diğer yazım için tıklayın. Aynı anda diğer büyük medya kuruluşları bize eğlence vaad ediyor, sunuyorlar. Size küçücük bir anket, oylamaya lütfen sizde katılın.
ANKET için tıkla.
5Kasım2006 PAzar
Türkiye siyaseti, 50 yılını ona vermiş bir siyasetçisini kaybetti. Bu tarihi olay karşısında diyebileceklerim, duyduklarımla kafi. Herkesin bildiği gibi, Başbakanlığı sırasında Kıbrıs Harekatının yapılması, Bölücü Başının yakalanması; çalışma bakanı iken ise işçilere grev hakkının tanınması, onu siyasetteki mihenk taşlarından biri haline getirmiştir.
Ailesinin ve sevenlerinin Başı Sağ olsun.
Onunla ilgili Melih Aşık'ın "Sitemi Bile Zarifti" yazısı ise çok güzel bir Ecevit Anlatısı:
"1980 sonrası Meclis'teki makam odasında yapacağı basın toplantısına her zamanki gibi yine tam zamanında gelmiştir. Tam konuşmaya başlayacak, salondaki televizyon muhabirlerden biri:
- Efendim der, bizim kanalımız toplantınızı canlı olarak verecek. Ancak az önce yayın şefimden bir telefon aldım. Henüz hazırlıklarını tamamlayamamışlar, mümkünse bir iki dakika beklemenizi rica ediyorlar.
Ecevit, salondaki diğer gazetecilerden de izin ister, hep birlikte beklenmeye başlanır. Bekleme süresi çok uzayınca mahcup olan muhabir telefonunu çevirir, Ecevit'in hemen yanı başında olduğunu unutarak şefine söylenir:
-Yahu bu kadarı da ayıp oluyor, adamı daha ne kadar bekleteceğiz?
Muhabir, ağzından kaçırdığı "adam" lafını hemen fark etmiştir ama iş işten geçmiştir. Kıpkırmızı bir yüzle, acaba nasıl bir tepki verecek diye Ecevit'e bakar. Ecevit'in tepkisi tam kendisine yaraşır biçimde olur;
- Beni her şeye rağmen yine de adam yerine koyduğunuz için size teşekkür ederim arkadaşım!"
Perşembe, Kasım 02, 2006

İngiltere'den Dönen Türk 3
İngiltere, kadınların giyimden anlamadığı erkeklerinse doğru giyinmek için yaratıldığı bir yer.
Resimdeki terlikler ben ordayken çoğu Bayan'ın ayağını süslüyordu.
Kadınlar kesinlikle giyinmekten anlamıyor. Ne rahatsa onu üstlerine geçirmiş bir haldeler. Çekici olmak için açık giyinmek gerektiğini düşünenler ile, spor hayattır ama topuklu ile tarzdır gibi düşünenler arasında kalıyorsunuz. Bu yüzden orda, bir Türk bayanı olarak sürekli gözleniyorsunuz! Açıkçası beni orda en çok süzenler kadınlardı. Sürekli bakanlar, baktığımı fark ettiklerinde oralı olmayanlar, bazen gelip botumu,eteğimi vs. nerden aldığımı soranlar.. Kısacası bizim bayanlarımız giyim anlamında İngiliz bayanlarından çok daha önde.
Erkekler'deyse durum tam tersi. Genel de hepimizin izlediği yurt dışı menşeili filmlerde beni en çok güldüren; inşaat işçilerinin, musluk tamircilerinin, ne biliyim bahçıvanların her zaman son derece yakışıklı olmasıydı. Çünkü biz, böyle kimse görmüyoruz buralarda. Ama durum gerçekten Londra'da öyle sevgili bayanlar.. İnşaat işçileri üstündeki tulumlarına bile özen gösteren tipler. Metroseksüellik anlamında ellerine kimse su dökemez. Zaten yollarda gördüğüm normal İngiltereli beyler de son derece moda takıntılı ve bakımlıydı.
Aslında bu durum beni kısa bir özete götürdü, "Av ve avcı mı değişmişti de, süslenen erkek olmuştu?"
Salı, Ekim 31, 2006
Geç bir yazı oluyor, öncelikle yazımın devamını bekleyen arkadaşlarımdan özür dilerim.
İlk yazımda İngiltereden genel anlamda bahsetmiştim. Bugün ise İngiltere ana başlığı altında, ordayken ikileme düştüğüm; belki de kafamda en çok tartıştığım konudan bahsedeceğim. Ahlak ve Özgürlük. Aslında bu iki kavram ne kadar da birbirlerine yakın, ne kadar da birbirlerinden uzakmış.
İngiltere Heathrow Havaalanına indiginizde öncelikle küçücük bir karşılama salonunda buluyorsunuz kendinizi. Zaten dönerken de eğer sizi yolcu etmeye gelmiş insanlar varsa; Heathrow'da hiç bir şekilde onlarla oturacak yer bulamıyorsunuz! Kısacası Atatürk Havaalanı ve dış hatlar terminali gözünüzde bir kez daha büyüyor.
Havaalanından Londra'ya çıkışınız uzun sürüyor çünkü Heathrow, BÖLGELERE ayrılmış Londra'nın; 6. Bölgesi. Ulaşımınızı metro ile sağlayacak olduğunuza göre, bilet fiyatlarının her bölge için farklı olduğunu bilmelisiniz. Daha da kötüsü Londra'nın yiyecek, giyecek ve ulaşım anlamında inanılmaz pahalı olduğunu da unutmayacaksınız.
Metroya İngiltere'de yaşayan arkadaşım sayesinde bindiğimde afalladığımı kabul ediyorum. Çok ilginçti. Bizim hızlı tramwaya benziyorlar. Ama mükemmel bir şekilde işliyor ve kesinlikle her türlü,5 dklık gecikmeler bile, anında hızla gittiğimiz metronun içindeki elektronik ekranlarda gözüküyor. İşte ben bu görüntülere alışmaya çalışırken, kafama İngiliz halkı başka bir şeyi vurmaya başladı...
Özgürlük. (?)
Yanımda oturan arkadaşım erkek, diğer tarafımda da THY etiketli bir bavula sahip bir erkek oturuyordu ki muhtelemen o da Türk; karşımızda oturan "Sex and The City" dizisinden fırlamış 3 tane genç bayan (Sam tipli ama üçü de), kloş ve mini olan etekleri ile bacak bacak üstüne atmaktan sıkılıp, özgürce davranmaya(!) başladılar. Sağıma soluma bakıyordum, kimse kafasını çevirip, onlara bakmıyordu. Benim yanımdakiler de bakmıyorlardı. Kendimden şüphe ettim, yani, önümdeki bayanların tüm mal varlıklarını görebiliyorken, kimse bakmıyorsa, ben yanlış görüyorum demekti. Yanımdaki arkadaşıma sordum,O da, "Alışırsın bunlara, burda herkes böyle, çok rahat" dedi.
Gerçekten de her gün metroya bindiğimde farklı farklı özgürlük hareketleri ile karşılaşıyordum. Canary Wharf'taki (İstanbul'un Levent'i gibi bir yer) metroya şık takım elbiseli beylerle biniyoruz Stanmore'a doğru gitmekteyiz. Derken birinin burnu kaşınıyor, evet adam atıyor burnun içine elini ne çıkarabilirse kardır, misali. Özgürlük işte, istediğini yapıyor kimse de kafasını çevirip bakmıyor...
Belki bu tip bir özgürlük arayışı içinde olanlarımız vardır. Onlar için ideal bir yer ama emin olun, Özgürlük ve Ahlak birbirlerine kökten bağlı kavramlardır. Belki ilk anda çok cazip gelip, bu genç yaşta, beni bile etkisi altına alabiliyor ama aileden, Türk kültüründen aldığımız ahlak anlayışı; özgürlükle, ahlak dışı davranışta bulunmayı bir süre sonra ayırt ediyor. İngilizler özgürlük sanarken yaptıklarını, ahlak anlamında çöküyorlar, işte bu onların gerçeği. Bunu da sanırım hepimiz zaten biliyoruz.
İngiltere izlenimleri bitmez.. Ama bu yazı burda biter:)
Çarşamba, Ekim 04, 2006
Hayatımda hiç bu kadar iyi bir düzen görmemiştim. Cidden.. Sanki bir aletin en önemli parçalarıymış gibi hareket eden insan yığınlarının arasından evime döndüm.Tüm insanlar robot gibiler,kurallar belli,kurallara uymazsan ne olacağı belli,o zaman kurallara uy,başkalarını önemseme,yaşa ve öl. Kısa bir Londra tanımı.
Kabul edebileceğim en güzel tarafı ise muhteşem Thames Nehriydi. Gel git denilen muhteşem canlılığı ile Londrayı Londra yapıyordu. O nehrin, tüm kıyısı boyunca kurulmuş bir Londra ve o nehrin, altından üstünden geçen onlarca köprü ve tünel!! Ben açıkça sayamadım ama eminim o nehrin üstündeki ve altındaki ulaşım ağı toplamı 50yi geçiyordur.
Ulaşım demişken metroları,hafif metroları,trenleri ile Londra'da istediğin her yere trafiğe girmeden ulaşabiliyorsun. Çünkü evet, onlarda da trafik var! Açıkçası bizimkinden de beter,nedenine gelirsem nedeni; yollarının genelde tek şeritli olması ve birbirlerine inanılmazın ötesinde bir yol verme inceliğinde bulunmaları!! Buna en iyi örnek sanırım şu olabilir; Lewisham'dan bindiğim otobüs normalde Canada Water'a 26 dk'da ulaşıyormuş öyle yazıyordu durakta. Ama biz 45 dk geçmesine rağmen hala tek şerit olan trafikte durmuş bekliyorduk. Sonra ilerde kırmızı ışık olduğunu anladım. Neyse yeşilin yanıp da sıranın bize gelmesi baya sürdü ama bizim şoför yeşilde geçmek yerine önce solundan yola giriş yapmak isteyen araca yol verdi(!);daha sonrasında da yanıp yanıp sönen sarıyı görüp orda bekleyen yayalara yol verdi(!!). Sonuçta tekrar kırmızı yandı. Bir İstanbullu olarak o süre zarfında çektiğim işkenceyi bir siz anlarsınız.
Metrolara girdiğimde beni en çok cezbeden kaybolmayacak olmamdan emin olmam ve arka planda çalan,her gün değişen canlı müziklerdi. Meğer bu müzisyenler metroda duracakları yeri izinler sayesinde alıyorlarmış.Yani mesela Westminister metrosunun içinde 1-3 arası John çalıyor. 3-5 arası Liz.Bunlarda izinli oldukları hatta cüzzi bi miktar ödedikleri için çalıyorlar. Covent Garden'da çalan siyahi yaşlıca bir İngiliz mükemmeldi. Zaten tüm izleyicilerde yoldaki kaldırımlara oturmuş,onu dinliyordu.
İngiltere anıları bitmez. Ama bu ilk yazımda en çok söylemek istediğim şeyi söylemeliyim. İstanbul'a çok ucuz turlar düzenleniyordu. İçim acımıştı. Ama az evvel bir ingiliz sitesinde http://ww5.thomascook.com/search/holidays.aspx?prp=active 450 poundluk bir Türkiye turu gördüm içim rahatladı. Oh be.
Salı, Eylül 12, 2006
Ben artık İstanbul'da trafiği anladım, saatlerini çözdüm sanıyordum. Yok hayır son 2 aydır, öglen1'de 2'de garip garip araç yoğunlukları ile karşılaşır oldum. Evimin önü bile trafik oldu. Tabi bunların en önemli nedeni yolların delik deşik olması. Her yer birbirine girmiş, tabela kavramı zaten yoktu; şimdi iyice beter halde. Bazen düşünüyorum da acaba sırf millet "Yeter be ne bu çektiğim, arabamı tıpkı Ferrarisini Satan Bilge gibi satacağım ve başka yollarla ulaşımımı sağlayacağım!" desin diyemi yapıyorlar bize bu zulmü?
Hadi yollar delik deşik, 1975lerde bitecek olan köprü ücret alımı bir anda 3,5 Ytlden 4Ytl'ye fırlıyor. Yok hala biz o köprüden de geçiyoruz. Tabi alıştık ya bir kere acı çekmeye.. Alışmış kudurmuştan beter misali, bize İstanbul'u zindan edenlere ağzımızı açıp bir şey demiyoruz.
Ben de bir şey demiyorum. Onun yerine gitmeyi tercih ediyorum. 2 Haftalığına İngiltere'ye gidiyorum. Kalanlara Allah sabır versin. Heleki okullarda açılıyor...
Ne kadar uzun zamandır devam ediyor bu indirim çılgınlığı? İnsanlar uygun ürünleri uygun fiyata alırken ucuza aldık diye sevinip duruyor. Ama mağazalar çok büyük bir lutufta bulunmuş gibi mallarına bakan, alan, seçen müşteriye iyi davranmıyor. Çünkü zaten mal indirimde bir de hizmet mi sunması gerekiyor?! Şeytan diyorki: "Tamam satın, en pahalı fiyata satın; aman sakın indirim yapmayın. Biz de hak ettiğimiz müşteri memnuniyetini yakalayalım!"
En son örneği, A... I... mağazası fiyatlar 5 ile 15 Ytl arasında. Millet hücum etmiş. Hafta içine kala kala bir kısım insan ve bir kısım düzgün mal kalmış. Her zamanki gibi hiç bir görevli direkt gelip yardımınıza koşmuyor. Ya bozulmuş bluzları katlıyorlar ya da ortada yoklar. Ama ne zamanki siz kasaya yöneliyorsunuz, "Çıkışını yapıııyıımm." diyen bir ses önünüzü kesiyor. Çoğu müşterinin elinden ürün alınıp, etiketin üstüne kendi numaraları yazılıyor, ürün kasaya bırakılsa iyi, tekrardan tüketicinin eline veriliyor. Ama etiketin üstündeki numara sayesinde çalışan satış yaptığını göstererek ücretin dışında gelir almayı garantiliyor.. (prim mesela.)
İşte ben bu olaya karşıyım ve bana bu şekilde davranılan mağazalardan da kesinlikle alış veriş yapmıyorum. Bana hizmet etmeyen kişinin, satılan üründen hak iddia etmesi hoşuma gitmiyor, çünkü bana yardımcı olmayarak benim zamanımdan çalıyor. Peki ya bu tip mağazaların sahipleri yöneticileri hiç mi farkında değil ;boşu boşuna satıcısına ekstra para verdiğinin?
Haksızsam söyleyin, firmaları direkt müşteriye bağlayan araç, satıcıları değilmidir? Mağazada; mağazadaki çalışanlar,kasada duranlar? Ne zaman kasada sıranızı beklerken yandan yanaşan diğer müşteriye işlem yapmak yerine; sizin sırada olduğunuzu söyleyen mağazalardan alış veriş yaptınız? Eğer müşteriler haklarının bilincinde olmazsa Türkiye menşeili firmalar da bir adım yol kat edemezler.
O yüzden ben;"Ürünün çıkışını yapayım" diyen yüzünü ilk kez o sırada gördüğüm mağaza çalışanlarına "Hayır, yapamazsın" diyorum. Benim gibiler artıkça firma mağaza çalışanlarının tüketiciye yardım etmediğini anlayacak ve değişime gidecektir. Temennim bu.
Cumartesi, Ağustos 12, 2006
Biliyorum Süpermen hakkında bir şeyler yazmak için artık çok geç. Haziran sonunda gösterime girmiş olan bu filmi yeni izleyen biriyim ne diyebilirim ki. Yazın kumsaldan sinema salonuna pek giremiyorum.
Genelde macera filmleri ve bilimkurgu filmlerini her türlü filme tercih eden bendeniz bu filmi, içindeki uçak sahnesi ile direkt kendi klasmanımda ilk sıraya oturttum. Dc Comics'in yarattığı efsane Süpermen fantastik öyküsü ile beni pek sarmadı. Ama Süpermen rolüne seçilen Brandon Routh mükemmel oyunu ile beni büyüledi. Hani hep dalgasını geçeriz; bir gözlükle Kal-El(Süpermen) ile Clark birbirinden ayrılır, kimse onların aynı kişi olduğunu anlamaz. İşte bu filmi izlerken emin olun siz de oyunculuk kabiliyeti ile Brandon'ın bir gözlükle nasıl süpermenden Clark'a dönüştüğünü göreceksiniz. Size bile iki farklı kişi gibi gelecek. Tabiki Lois Lane rolündeki Kate Bosworth da sarı saçlarını koyu renge boyayıp güzelliğini de yansıtmış ve süper bir ikili olmuşlar Brandon ile. Peki ya kötü adam; Kevin Spacey (Lex Luthor) doğru bir seçim mi? Bana kalırsa hayır. Ben onu hiç bu role yakıştıramadım. Ama beğenenler olabilir, tüm bunların yanında ben bir daha uçağa binebilir miyim bilmiyorum...
Bence bu filme gitmeyen insanların çoğu filmden istediklerini alamayacaklarını sanıyorlar. Ama bana kalırsa bu filmin çok büyük bir artısı var, geç olsada bu fark edilecek. "Yeni Süpermen gayet başarılı ve o yapımcılarına büyük getiri sağlayacak". Sadece birazcık daha SUPERMANkenki görüntüleri gösterilmeli. Örümcek Adam serisinin yakışıklısı ne kadar yanlış bir seçimse bu, o kadar doğru bir seçim. Devamını özellikle kaliteli aksiyon sahnelerini iple çekiyorum.
Aşağıda benim en çok beğendiğim fragmanı görebilirsiniz, sonundaki ünlü dialoga dikkat;
"Hey bu bir uçak mı, bir kuş, hayır hayır o süpermen!"
Perşembe, Temmuz 20, 2006
Bodrum 5 yildir yazları gittiğim ve çok beğendiğim bir yer, ama bu yaz nedense! oraya gitmek istemedim, Antalya'ya gideyim dedim. Gecen hafta cuma günü saat sabahın 8:30'u Antalya'dayım. 2 saatlik bir uykuyla duruyorum. Otelim Serik'de (Belek yazıyor, Boğazkent yazıyor) bir bunu biliyorum. Nasıl gideceğim önemli değil sadece otele gidip uyumak istiyorum.
Pazartesi, Temmuz 10, 2006
“Welcome to Football” yani, “Futbola Hoş Geldiniz” diyordu Puma, Dünya Kupası reklamlarında Pele ile. Adidas ise her çocuğun hayali olan mahalle maçında dünya yıldızlarını koşturarak “Impossible is nothing” diye bağırıp duruyordu. Bu reklam filmi her yaştan insanı kendine çekiveriyor, biz de inanıyorduk “imkansız diye bir şey yoktur”.
1925’te Adolf (Adi) ve Rudolf (Rudi) Dassler kardeşler tarafından Almanya’da kurulan spor ayakkabı firması, 1948’de II. Dünya Savaşı sonrasında bölünür. Bunun nedeni savaş sırasında Rudi’nin askere gitmesi ve sonrasında müttefik kuvvetler tarafından esir alınmasıdır. Aynı anda Adi’nin evde kalması ve fabrika ile onun ilgilenmesi sonucu fikir ayrılıkları başlamıştır. Hala gizemini koruyan asıl neden ne bilinmez ama şu bir gerçek ki onlar o günlerden sonra birbirleri ile bir daha hiç konuşmazlar. Rudi başka bir şehre taşınır ve Puma’yı kurar. Adolf’ta eski şirketin tam marka adını Adidas (lakabı+ soy adının başlangıcı) yapar. Böylece aralarındaki rekabet, markaların savaşına dönüşür.
Bu ayrılığın 58. yılında memleketleri olan Almanya’da bu iki kardeş tekrar birbirlerine meydan okudular. Adidas Fransa’nın sponsoruydu. Puma ise İtalya’nın. 2006 Dünya kupasında gülen taraf İtalya oldu. 2006 yılındaki kardeşler savaşının galibi ise Puma oldu.
Puma da, Adidas da dünya devi markalar ve iki kardeşin mirasları.. Neden biz de büyük organizasyonlarda, takımımız yer almasa dahi, firmalarımızın yer almasını sağlamaya çalışmıyoruz. Daha da ilginci finalde kapışacak iki markanın sahiplerinin kardeş olmalarını bile isteyebilirim. Olmaz olmaz demeyin, olmaz olur; bu gece oldu. Darısı bizim başımıza.
********************************************************************
Puma’lı İtalya için http://www.pumafootball.com/pindex.jsp’ den soldaki our teams’i seçerseniz. Puma’nın sponsor olduğu takımları ve içlerinde İtalya’yı da göreceksiniz.
http://www.adidas.com/campaigns/verticalsfootball/content/index.asp?strCountry_adidascom=com&entrypoint=campaigns/plus10/eventportal/eventportal.xml bu adresden ise Adidas’ın çok beğendiğim futbol+oyun karışımı sayfalarına ulaşılıyor.
Cumartesi, Temmuz 01, 2006
Son zamanlarda marka konusu gündemde. "Neden Türkiye’nin bir dünya markası yok" ile başlayan soruların ardı arkası kesilmiyor. Peki "Marka ne demek?" diye sorduğumuzda ne cevap alıyoruz, bunu tartışan vatandaşlarımızdan?
Bugün bunu düşünerek, yakın çevremden birkaç kişiye laf arasında “Marka ne demek?” diye sordum. Aldığım cevaplar sizin de tahmin edeceğiniz üzere marka adının tanımıydı. Peki o zaman biz de markayı tanımlayalım, Neymiş marka?
Marka, 556 sayılı markaların korunması hakkındaki kanun hükmünde kararnameye göre; bir teşebbüsün mal veya hizmetlerini bir başka teşebbüsün mal veya hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla, kişi adları dahil, özellikle sözcükler şekiller, harfler, sayılar, malların biçimi veya ambalajları gibi çizimle görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen, baskı yoluyla yayınlanabilen ve çoğaltılabilen her türlü işaretleri içerir.
Kotler’e göre Marka, üreticilerin yada satıcıların, mallarının kimliğini belirleyen ve mallarını rakiplerinden ayırt eden bir isim, bir işaret, bir terim, bir sembol yada bunların birleşimidir. Tüm bu açıklamalar ile marka kavramını açıklamışken neden iyi markalarımız yok diye soruyoruz. Cevabı şu, markaların vaadlerinin olmamasıdır.
Marka bir vaattir, kar sağlayacak bir şekilde benzersiz bir yarar beyanında bulunan veya buna yönelen, salt rekabetten daha iyi bir şekilde tüketicileri hedefleyen bir tekliftir. Marka sözlüklerinde, “MARKA VAADİ: (BrandPromise) Markanın sunduğu işlevsel ve duygusal faydaların özü, var olan ve potansiyel müşterilerin, markanın ürün ve hizmetlerini kullanırken ondan beklediği şeylerdir.” Marka vaadine verilebilecek en iyi örnek belki de doktorlar olabilir. Bizler doktora gittiğimizde onlardan ve mesleklerinden belli korumalar bekleriz. Onların Hipokrat yeminleri vardır. Yani bize sundukları bir vaad vardır.
Doktorların dışında arkadaşlarınızı düşünün onların bile ayrı ayrı size sundukları vaadleri vardır. Bazılarının yanında çok eğleneceğinizi bilirsiniz. Bazılarının sizi hep destekleyeceğini bilirsiniz. Bazıları çok iyi sır tutar, bazıları ise sizi sizden çok düşünür.Ya da bakkalın sunduğu vaad, hesabın deftere yazılabilir olmasıyken, marketlerde bu vaadin yerini çok çeşit ürün bulunması alacaktır.
Biz de müşteriye markamızla belli bir vaad önermeliyiz. Düşünüyorum da aklıma gelen çoğu markanın ne vaad ettiği belli ve ben o vaadlerden etkilenip onları satın alıyorum. Peki ama daha vaadini çözemediğim markalar onları almamı nasıl sağlayacaklar? Ya da neden bir vaad sunmaya çalışmıyorlar? Türkiye’de yaşanan problem de bu. Vaadler oluşturulsa bile, ilk anda direkt vaadler sonucu oluşacak beklentilerimizin bile karşılık bulamayacağını düşünüyoruz tüketici olarak. O zaman böyle bir kulvarda, belli bir vaad sunup, sunduğu vaadi en iyi şekilde hatta üstünde bir performansla karşılayan markalar; gerçek markalar olacaklardır.